ÇIRAĞAN




ÇERAĞAN BAHÇELERİ…..


     Çırağan sarayı dev bir sahne oyuncular, olaylar gerçek….


Lale devri bahçelerinden saraya, meclise, viraneye, stada ve en sonunda lüks bir otele dönüşen dramatik bir sahne.  Baskınlar, yangınlar, denize kaçan toplar, halka açık havuz, plaj, kesilen ağaçlar, yıkılan duvarlar…
  Beşiktaştan Ortaköye doğru giderken Four Seasons Otelini geçtikten sonra bir anda sağ tarafta Çırağan sarayının duvarı ile solda Yıldız parkının duvarı arasında buluruz kendimizi.

    Her ne kadar bu taş duvarların arasında kapılar, soldaki duvarda Atatürk resimleri, dev çınarlar ve yeşillikler olsa da kasvet basar bir anda insanı burada yürürken. Bitmek bilmez klostrofobik bir yol oluverir. Tek eğlenceli tarafı altından geçtiğiniz tak görünümlü köprüdür. Bu köprü Çırağan sarayı ile Yıldız sarayı arasında bağlantıyı sağlayan köprüdür. Köprü deyince ne güzel şeyler çağrışır insana. Sevenleri kavuşturur, kıtaları birleştirir. Bazı köprüler birbirinden güzel hikaye ve şarkılara, hatta efsanelere konu olmuştur . Bizim köprümüzün öyle efsanevi bir sorumluluğu yok, sadece iki sarayı birbirine bağlayan bir yol. Eğer bir padişah iseniz ve Çırağan sarayından acil bir çıkış yapmak isterseniz ya da arkada ki koruda dolaşmak isterseniz bu yolu kullanırsınız. Bunun gibi İki sarayı köprü gibi birbirine bağlayan iki yol daha biliyorum. Biri Floransa da Mimar Georgio Vasari tarafından yapıldığı ve uzun bir koridor şeklinde olduğu için Vasari Koridoru olarakta bilinen uzun köprü şeklinde yoldur.  Kentin merkezindeki saray ile nehrin diğer tarafındaki yeni sarayı birbirine bağlar.


Çırağan Sarayı ile Yıldız Sarayını birbirine bağlayan köprü





Öyle kısa bir köprü falan degil, atına binen Cosimo Medici oğlunun sarayına ve ofisine alt tabakadan insanların arasına karışmadan gider, hatta Vecciho köprüsünden geçerken, Floransaya o ünlü görüntülerinden birini kazandırır. Bir diğeri de yedi tepeli diğer bir kent olan Roma da. Vatikandaki papalık sarayı ile Saint Angelo kalesi arasında ki tünel köprü. Ani çıkan özel durumlarda Papanın Vatikanı terk etmesi için yapılmış uzun bir pasajdır. Her ikisi de Dan Brown’ın Harwardli  Simge bilim profesorü Robert Langdon tarafından kullanması ilginç değil mi. birini Melekler ve şaytanlar diğerini İnferno isimli kitabında ele almış Dan Brown. Hayali Profesör Langdon elbette İstanbula da geldi ama bizim köprüye uğramadi maalesef. Sarayın mimarı olan Balyanlar Çırağan sarayını yaparken yaparken sadece Fransanın muhteşem görünüşlü Barok saraylarına öykünmüş olamazlar değil mi?




          Vatikan ile Saint Angelo kalesini
            birbirine bağlayan köprü.



          Vasari Koridoru ve Vecchio köprüsü
    Halbuki tam buraya bir uydu fotoğrafından baktığınızda, göreceğiniz şey Yıldız parkından başlayan ağaç yoğunluğunun birden bire Yıldız parkı duvarı ile kesildiğidir. Gelin bu ağaçların Yıldız parkı duvarı ile kesilmediğini hayal edelim. Çırağan sarayının ve Ortaköye doğru hemen arkasından dizilen Feriye saraylarının olmadığını düşünelim. Bu güzel korunun denize ulaştığını düşünebiliyor musunuz? İşte bu korunun denize ulaştığı kısım, ve son üçyüzyılda bu korunun çevresinde olup bitenler ve burada yapılan binaların başına gelenler bizim hikayemizi oluşturuyor....
3
Uydudan Çırağan sarayı ve çevresindeki binalar



Şimdilik sizi kısa bir süreliğine sahil kenarındaki ağaçların bir çoğunun yok olduğu Çırağan sarayının henüz genç bir bina olduğu günlere götüreceğim. Ve Romanlara taş çıkaracak bir olay anlatacağım. Bu basit görünen olay iyi irdelendiğinde Türk tarihini çok ciddi etkilemiş bir olaydır. V.Murat akıl sağlığı gerekçe gösterilerek tahttan indirilmiş, yerine Meşrutiyet yanlısı tavırlar sergileyen II. Abdülhamit tahta çıkartılmıştır. Abdülhamit’in Rus savaşını (93 harbi) bahane ederek meclisi feshedip başına buyruk davranması ittihatçılar arasında huzursuzlukların başlangıcı olmuştu…
93 Harbi olarak ta bilinen Osmanlı Rus savaşı
birçok kaybın yanısıra, çok sayıda
Osmanlı tebasının anayurda kötü koşullarda
göçmesine de sebep olmuş, artan
Anadolu ve İstanbul nüfusu ekonomik sıkıntılar çıkarmıştı.

   ALİ VE HASAN….

  Ali ve Hasanın hayatlarının ironik kesişmesi… David Fincher in çok sevdiğim bir filmi var ‘’Benjamin Buttonun Tuhaf hikayesi’’ filmde unutulmaz bir sahne vardır, çok ama çok etkileyici, bir o kadarda iyi yaşatılmış kareler arka arkaya bağlar insanı ….karelerin hızla geçişi şöyle.  Balerin kadın provadadır, kamera onu tedirgin edici şekilde izler, eş zamanlı olarak başka bir kadın belirir önce telefonu çalar kadının, mağazadan bir paket alıp çıkacak taksiye binecektir, bir taksi şöförü belirir kahve içer umarsızca, sonra başka bir adam belirir, birazdan taksinin önüne çıkacak son anda duracaktır taksici, taksici kahveyi içer, kadın paketi hazırlatır, taksinin önüne çıkacak adam sabah aniden uyanır,balerin kadın saçlarını tarar, tiyatro binasının merdivenlerinde balerinin bir arkadaşı ayakkabılarını bağlar,paketi hazırlayan kız endişeli şekilde paketi hazırlar, nihayet kadın alır paketi çıkar taksiye biner, balerin kadın üstünü değiştirir merdivenlerden iner, sabah kalkan adam aniden taksinin önüne çıkar, taksici keskin bir fren yapar, tedirgin edici müzik devam eder, balerin kadın tiyatronun arka kapısından çıkarken merdivenlerdeki arkadaşına döner bakar, arka kapıda arkadaşına veda ederken balerin gibi son dönüşünü yapar kamyonun arkasında kaldığı için onu göremeyen taksici balerin kadına çarpar…. Benjamin kadına aşık, kadın hem ona hem baleye aşık, olayı duyan Benjamin hastane de oturmuş beklerken tüm bu olanları düşünür. Ah tüm bunlardan herhangi biri aksasaydı, kahve, paket, sabah kalkan adam, merdivenlerdeki kadın, saç tarama…. Herhangibiri 10 saniye aksasaydı. Bu kaza olmazmıydı?
  Yordum biraz sizi biliyorum ama ben Ali Suavi ile Yedi Sekiz Hasan Paşa hayatlarının kesişmesini bu sahneye çok benzetirim. Benjamin Button yaptığı gibi kafamda aksama kurguları yapmışlığım da vardır hani….

TARİH; 20 MAYIS 1878…  II. ABDÜLHAMİT İKİ YILDIR TAHTTA…  ÇIRAĞAN SARAYI 11 YAŞINDA...

  Ali Suavi bir süredir verdiği vaazlar ile yüz elli, iki yüz kadar göçmeni ikna edebilmiş, Kuzguncuk iskelesinden hepsini sandallara bindirerek kafasinda planladiklarini gerçekleştirebilmek için yola çıkarmıştı. Hedef Çıragan sarayının rıhtımıydı. 93 harbi nin olumsuzlukları memleketin her noktasinda yasanıyor onu da fazlasıyla endişelendiriyor du. Yanına aldığı göçmenler de zaten 93 harbi sonrası yaşanan toprak kaybının Osmanlıya hediye ettiği sorunlardan biriydi. Ali Suavi Sultan Murat'ın bir süredir Çırağan sarayının harem dairesi olarak yapılan bina da kafeste tutulduğunu biliyordu. Abdülhamit Ayastefanos anlaşmasını imzalamak üzereydi. Ali Suavi’nin gözünde artık ülkenin kontrolünü kaybetmişti ve buna mutlaka müdahale edilmeliydi.


                Ali Suavi

Ali Suavi’nin ilginç bir şekilde sarılmış sarığı ile alnının birleştiği nokta terden yapış yapış olmuştu. Mayıs ayının tatlı sıcağı değildi elbette bu terin sebebi, yapmayı planladığı şeyin sıkıntısı, zamanın akmaması, türlü düşünceler di onu terleten… ya birşeyler yolunda gitmez ise ...… Bu düşünceler beyninden geçerken, kıyıya iyice yanaşmışlardı. Sandallar iskeleye değer değmez hızlı bir şekilde boşaldı. Kalabalık hangi yöne gideceğini anlamak için Ali Suavi’nin olduğu tarafa bakıyordu. Ali Suavi aradığı kişinin yaşadığı eski harem binasını çok iyi bildiği için oraya doğru koşmaya başlarken, arkasındaki gruba emirler yağdırıyordu. Kalabalık grup hiç bir şeyden haberi olmayan muhafızları kolayca etkisiz hale getirdi ve binanın içine daldı. Sultan Muradın oturduğu daire çabucak bulunmuştu, Kapıdaki muhafızlar direnince, yanındaki iriyarı adamlar silahlarını ateşleyip muhafızları öldürmüşlerdi. Gürültüye Sultan Murat odasından çıkmış tedirgin bir şekilde ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Ali Suavi ve taraftarları adına o ana kadar düzgün giden her şey Sultan Murat’ın bulunmasi ile karışmaya başlamıştı. Eski padişah, darbecilerin oluşturduğu gürültü ve hengameden korkmuş görünüyordu. Amcası Abdülazizin kapatıldığı Feriye sarayındaki şüpheli ölümünden sonra iyice psikolojisi bozulmuş, akli dengesini kaybettiği doktorlarca onaylanmıştı. Ali Suavi, Sultan Muradı görür görmez sakinleştirmek için ‘Sultanım halk sizi tekrar padişah olarak görmek istiyor, gelin sizi götürelim’ diye seslenince, arkasındaki kalabalık ‘Sultan Murat çok yaşa’ diye bağırmaya başladı. Eski padişah gürültü patırtıdan iyice rahatsız olmuştu ve Ali Suavinin liderliğini yaptığı kalabalık ile gitmeyi reddediyordu. Karşılıklı ısrarlar fazla işe yaramıyordu. Ali Suavi işin uzamasından iyice endişe etmeye başlamıştı....
   Ali Suavinin amacı muhtemelen Sultan Murat'ı kaçırıp Abdülhamit'in yerine tahta geçirmekti, belki de bu maksadı kullanıp Abdülhamite baskı yapmak. Bunu bilmek zor. En son görevi olan Galatasaray Lisesi müdürlüğünden atıldığından bu yana  Abdülhamit’e kızgınlığı biliniyordu, oysa bir zamanlar araları oldukça iyiydi. Ali Suavi JönTürk hareketinin şahsına münhasır kişiliklerinden biridir, hakkında okadar karışık bilgi varki, birine inanmak zor. İngiliz ajanı olmasından mason olmasına kadar, türkçü islamcı olmasından Radikal İslamcı olmasına farklı kategorilere konmaktaydı. Amacı tam neydi bilinmez ama bir şekilde V. Muratı kaçırmaya kalkışmıştı.

Tarihimize Çırağan baskını olarak geçen olay sonunda değişik bilgilere göre 60 ile 100 kişi hayatını kaybetmiştir. Yukarıdaki resim zamanın gazetelerinde olayı tasfir etmek için çıkan resimlerden biridir.
  
  Tüm bunlar olurken çokta uzak olmayan Beşiktaşta küçük, sakin bir berber dükkanında çayın kaynadığı, demlik ten çıkan sesten anlaşılıyordu. Berber, traşını yaptığı iri yarı adamın önüne bir bardak çay  koydu. Bir yandan ağır ağır traşına devam ederken bir yandan müşterisi ile sohbet ediyordu. Traş olan asker Hasan Ağa idi. Berbere yakınıp, en kızdığı şeyin şu avrupalılaşma merakı olduğundan bahsediyordu. Böyle insanları gördükçe ya sabır çekip, ramazan ramazan sokakta yemek yiyenlere nasıl veryansın ettiğini anlatıyordu. Oldukça iri cüsseli sert acımasız bakışlı, palabıyıklı bir adamdı.
   Hasan Ağa askerliğe Çorumda er olarak başlamış okuma yazması olmamasına rağmen şansı ve sadakati ile Ağalığa kadar yükselmişti.  Hasan Ağa gözü pek ve padişaha sadık bir askerdi. Hakkında oldukça değişik rivayetler anlatılmaktaydı, Abdülhamit ile henüz şehzade iken karşılaşıp, onun gönlünü kazandığı, hacca giden kafilede askerlik yaparken batmak üzere olan bir sandaldaki insanları kurtararak rütbe aldığı anlatılırdı. Bugün yaşayacağı olay ile alacağı rütbeyi o bile hayal edemezdi...


           7-8 Hasan Paşa- Okuma yazma bilmediği ve imzasını arapça 7 ve 8 harflerine benzettği için Lakabı Yedisekiz Hasan Paşa olarak kalmıştı.

  Sohbet ve traş devam ederken dışarıdan gelen koşuşturma ve silah sesleri ile bir anda irkildiler. Kalabalıktan, silah seslerinin Çırağan sarayı tarafından geldiği lafları yükseliyordu. Silah seslerini duyar duymaz traşı bırakıp fesini kaptığı gibi Çırağan Sarayına doğru koşmaya başladı. Sarayın önüne geldiğinde… Kapıdaki görevliye “adı var” ye neler oluyor içeride diye sorar, görevli girde kendin gör deyince, Hasan dalar kapıdan içeri. İçerisi ana baba günü gibidir. Yerlerde yatan saray görevlileri, hala tartışan bağrışan göçmenler. Hasan Ağa kalabalığın yoğunlaştığı Harem dairesine doğru yönelir. Eline her durumda kendini korumak için kocaman bir sopa almıştır. Bu iriyarı vatan millet Padişah kavramı ile yaşayan adam binaya yaklaştığında merdivenlerden inen iki adamı seçer, Biri Sultan Murattır onu kolundan çekeçeke götürmeye çalışan seyrek sakallı sarıklı adamı tanımaz ama niyetinin hiç te iyi olmadığını oldukça iyi kavrar. Eski padişahı ikna etmeye çalışarak götürmeye çalışırken kendini pek savunmaya durumu yoktu, zaten olsada şanssız Ali Suavinin başına inen koca sopanın sahibi karşısında pek şansı olduğu söylenemez. Sopa Ali Suavinin kafasına indiğinde hayatının son günü olduğunu anlamışmıydı ya da kafasından neler geçiyordu bilmemiz mümkün değil. Bildiğimiz bir şey varsa tam 127 kitap yazdığı söylenen Ali Suavini ölümüne sebep olan Hasan Çavuş okuma yazma bile bilmiyordu. O gün öyle bir gündür ki, En azından 14 ü günümüze kalmış onlarca kitap yazmış hayatını memleket sorunları ile ilgili yazıp düşünerek geçiren birinin vatan haini olarak yıldızının söndüğü, diğerinin vatan kahramanı olup yaptıklarından ötürü paşa unvanı alarak yıldızının parladığı gün.

    Bu olay ayrıntıları ve maksadı farklı olarak ifade edilerek değişik kaynaklarda farlı anlatılmış, tarihimize Çırağan Baskını olarak geçmiş gerçek bir olaydır. Ayrıntılar kaynaklara göre değişmektedir, şu doğru bu yanlış olarak yargılamak yerine olayı ve mekanı inceleyin derim. Bir anlatıda olayın şu an Beşiktaş Anadolu Lisesi olarak kullanılan ek binasında geçtiği yazıyor. Çırağan sarayı bakımda olduğu için V. Murat ek binaya alınmıştı. Yepyeni bina nasıl bakım da olur demeyin, yeni sarayın çok ciddi nem ve ısıtma problemleri vardı. Sadece ısıtma problemi çözülemediği için Abdülaziz burada kalmayı tercih etmemişti.

Şimdi hikayenin başına geri dönelim.Holywood filmlerinde ilk beş dakika da mutlaka bir aksiyon olurmuş, maksat ilgiyi ilk anda çekmek. Çırağan sarayında olmuş oldukça hareketli olaylardan biri ile başladım hikayeye. Şimdi bu arazi üzerinde ilk bina yapılması ile başlayıp hikayeyi kronolojik olarak anlatacağım.

     OHRİLİ HÜSEYİN…   ARAZİDEKİ İLK BİNA MEVLEVİHANE…    II.OSMAN...   1620...

   Ohri, balkanlarda küçük bir göl ve yanındaki yerleşim yeri… Hüseyin burada doğmuştu. Babası da askerdi Onu bostancı ocağına yazdırdı. Bostancıbaşılığa kadar yükselmiş, bununla da kalmayıp iki kez sadrazamlık yapmıştı. Her ne kadar biri altı ay, ikincisi bir gün sürsede tarih onu daima Osmanlı sadrazamı olarak anacaktır. Yaşamı da acı kaderi de kendini sadrazam yapan II.Osman ile yaşamış bu Osmalı paşası hakkında anlatılan rivayete inanmak çok güç ama kısaca anlatayım…Çanakkaleden durgun bir havada denize açılır, fakat kısa sürede deniz bozar yol almak imkansız hale gelir. Hüseyin paşa erenlerden birini ziyaret etmeyi unuttuk ondan başımıza geldi bunlar der. Sorulur Çanakkelenin büyük erenlerinden biri ziyaret edilmemiştir. Gidip ziyaret edilir durum anlatılır o da yolunuz açıktır, artık gidebilirsiniz der. Böylece denize çıkılır İstanbula varılır.

II.OSMAN  
Çırağan Sarayının bulunduğu arazi Hüseyin Paşaya aittir. Çanakkale dönüşünde yaşananlar üzerine minnet olarak, güzelim koru ile boğazın parlak sularının birleştiği bu güzel yerde Beşiktaş mevlevihanesini yaptırdığı anlatılır. Muhtemelen Ohrili mevlevi tarikatına dahil olduğu için Trakya dönüşü bu binayı yaptırmaya karar vermiş, gerisi nasıl türetilmiş bulmak zor. Ben bu gibi hikeyelere çağdaş mitoloji diyorum. Ohrili Hüseyinin doğum tarihini bilmesek te çok uzun yaşamadığını biliyoruz . Osmanlının böylesine çalkantılı döneminde yükselişi hızlı olduğu gibi sonu da hızlı ve hazindir. Genç Osmanın devrildiği ayaklanmada yeniçeriler tarafından öldürülür. Bize en büyük mirası ise hikayemizin başlangıcı olan Kazancı bahçelerinin bildiğimiz en eski sahibi olması ve buraya yaptırdığı mevlevihanedir. Mevlevihane tekkesi burada oldukça uzun zaman kalır Seneler boyunca Tekke Şeyhleri  öldükleri zaman mevlevihanenin bodrumuna gömülür . Ayrıca ne zaman yapıldığını öğrenemediğim bir camii ve bir okul yapılır aynı arsaya.

  Yüzyıla yakın kimsenin elinin değmediği bu güzel İstanbul köşesi halka açık olarak kullanılıyor muydu şu anki Çırağan caddesi yol olarak kullanılıyormuydu tam olarak bilemiyoruz. Ortaköy ile Beşiktaş arasında bu istikametten bir yol olduğu kesin. Unutmayalım ki sağdaki ve soldaki duvarlar saraylara ait, ve saraylar yapılmadan önce yoktu. Dolayısı ile yol bir şekilde buralardan bir yerlerden ağaçların arasından geçmekteydi. Oldum olası yüksek duvarları sevmem. Nerede olursa olsun hiyerarşinin, baskının ve bir üstünlük çabasının ürünüdür. Üzücüdür varlığı, hiyerarşiyi vurgular  insanların gizli  korkularını sınırlar, bazen de açıkça ayrım yapar. Kısacası iyi değildir.  PinkFloyd efsanevi albümü the wall da bireylerin nasıl bu tiksinç duvarın birer tuğlası haline getirilmeye çalışıldığını haykırır. Game of Thrones un ünlü buzdan duvarını hatırlayın, Roma imparatoru Hadrianın barbar Keltleri uzak tutmak için yaptıdığı tarihi duvarın bir benzeri değil mi? Belki de Çinlilerin Türkleri uzak tutmak için yaptığı duvardan esinlendi. İçimize işlemiş duvarla yaşamak, birilerini diğer tarafta tutmak.

       III. AHMED NEVŞEHİRLİ İBRAHİM PAŞA VE FATMA….
       AHŞAP SARAY
   Osmanlı nın en ilginç bir o kadar da yanlış anlaşılmış zamanlarına gelinir yavaş yavaş. Ahmet ile İbrahimin uyumu damgasını vuracaktır bu tartışmalı zamanlara. Bir şekilde sonraları lale devri olarak adlandırılan bu dönemi, olayları, yapıları ve ismi ile başka bir yazımda ele alacağım. Bana göre son derece barışçıl, kültürel ve sanatsal gelişimin çok yüksek olduğu bir dönemdi. Yapıları ve gelişmeleri ile bugüne hayli önemli miraslar bırakmış kişilerin yaşadığı bu puslu ve tartışmalı zamanlar…
  Ahh İstanbul sen gül bize biz ağlayalım... Sonra sen ağla  halimize biz gözyaşlarını silelim…
  Sene 1700 lerin başı III. Ahmet hüküm sürmekte, Osmanlının istikrarsız zamanları devam etmektedir. Yakında gelişecek olaylar tarihe umut verici yönleri ile yazıldığı gibi acı yönleri ile de yazılacak sonuçlara gebedir….
  İbrahim damat olalı oldukça uzun zaman geçmişti, nikahlandıklarında henüz dört yaşındaydı Fatma. Gerçekten karı koca olana kadar İbrahim devlet kademelerinde değişik görevlerde bulundu. Bu erken evliliğe şaşırsığınızı biliyorum. Bu tip evlilikler sembolik evliliklerdir, gerçek karı koca olmak için gelinin en azından onbeş yaşına gelmesi beklenir. Her durumda bizlere çok garip gelen alışkanlığı bence zamanın anlayışına ve değerlerine göre değerlendirmek gerektiğine karar verip hikayeye devam edelim.
    Fatmanın büyüyüp İbrahimin sadrazam olması, Ahmet ile birlikte üçünün uyum içinde geçirdiği zamanlara gelinmişti. O zamanları aslında aklımıza kazıyan hatta belki de hepimizin bildiği ismi verilmesini sağlayan devrin ünlü şairi Nedim dir. Halkın an alt kademelerine kadar barış içinde yaşaması dillendirmişti belki de Nedimi. Çok sonraları “Lale devri” olarak anıldı bu dönem. Şimdilik konumuz olmadığı için çok yanlış değerlendirilen bu dönemi, verilen ismi ve bu isimle birlikte taşınan kötü şanı da tartışmaya açmayacalım.
   Ahmet, İbrahim, Fatma üçlüsünün konumuz ile bağlantısı şöyle. Ohrili Hüseyine ait olan arazi sonraları Osmanlı hanedanına kalmıştı ve III. Ahmet bu arsayı Sadrazamı İbrahime hediye etti. İbrahim de çok sevdiği genç karısına ahşaptan bir saray yaptırdı buraya. Konak veya yalı demiyorum dikkatinizi çekerim. Saray boyutlarında ahşap bir binadır çünkü bu.
   Aslında buraya yapılan ilk hanedan binası degildir bu. IV. Murat zamanında. Kızı Kaya Sultan, Melek Ahmet Paşa ile evlendirilmiş ve 17. yy ortalarına doğru buraya bir ahşap konak yaptırmışlardı. Bu ahşap konak daha sonraları II. Mahmut döneminde büyütülerek kullanıldı. II. Mahmut yeni konak çalışmalarını yaparken Ohrili Hüseyin Paşanın yaptırdığı mevlevihaneyi, daha sonra buraya yapılan camiyi ve okul binasını yıktırdı. Bam sesi tam bu noktada çıkıyor işte. Halk mevlevihane binasının yıkılıp mevlevihanenin başka bir yere taşınmasına tepki verir ve bunun uğursuzluk olduğunu söyleye durur…..Bu uğursuzluk söylentilerini arada sizehatırlatacağım, yorum sizin...
Ahşap sarayın tam konumu belli değil ama eski temel şu anki binanın sınırları içinde kalmaktadır.

ABDÜLMECİT Çırağanın temelleri atılıyor...

Abdülmecid belki de Osmanlı padişahlarının en naifi. Çok kritik zamanlarda tahta geçmiş, gencecik yaşına rağmen Reşit Paşanın da desteği ile Tanzimat fermanını yayınlatmış.
….
Abdülmecit ten bahsederken sanki bir Osmanlı padişahından değil de naif şairane bir Hausburg prensinden konuşuluyormuş gibi gelir bana. Çizgi romanlardan çıkmış karakterler aklıma gelir hep. Belki bakışı belki karakteri belki cariyelerine olan aşkı… Bilemiyorum bir aşk adamı izlenimi işte niyeyse. Çok genç yaşta tahta geçip, babası II. Mahmutun başlattığı yenilik ve batılılaşma çalışmalarını sürdürmüş. Biraz gösteriş ve para harcamaya düşkün duygusal bir lider. Bugün boğazı gezerken Avrupa yakasındaki kıyı silueti neredeyse onun eseridir. Osmanlının mali olarakta, askeri anlamda da zayıf olduğu zamanlar. Birde üzerine kırım savaşı, Avrupanın baskıları ve Gülhane hattı Hümayunu…
Neyseki Mustafa Reşit paşa var.
 Bu arada yüzeysel de olsa yenilik çabaları.. Ama vazgeçilmez bir …. Neyse…
 Hazine de para yeterli olmasa da Dolmabahçeye sarayına başlanır Balyanlar  tam da padişahın istediği gibi batılı barok tarzda bir bina yaparlar. Saray gözkamaştırıcı olmuştur, hemen kapı girişine yakın deniz kenarına muhterem validesi Bezmi Alem için için bir camii, bir de Ortaköye Boğazın en muhteşem yerine kendi adını taşıyan bir camii de yaptırmıştı. Saltanatının son zamanlarına geldiğini bilemezdi elbet ama ölümcül bir hastalığı olduğunu biliyordu bu ince yapılı adam. Babasının yazlık ahşap sarayın olduğu yere bir saray daha yaptırmak istedi. Oldukça uzun zamandır çerağan eğlencelerinin düzenlendiği bu alan Dedesini dedesi III. Ahmet zamanından beri hem eğlence alanı hem de saray olarak kullanılmataydı. Sorun şuradaki yapmak istediği büyüklükte saray için hem bu ahşap binanın yıkılması. Hem de etrafındaki ağaçların kesilmesi gerekmişti maalesef.
   Balyanlar projeleri çizerler, Ağaçlar kesilir, ahşap saray yıkılır, inşaata başlanır fakat Abdülmecidin genç yaşında ölümü sarayın bitişini görmesini engeller. Daha çok erken ölüm ve büyük sıkıntılar görecek bu arsada inşaat yapmaya çalışanlar…

   Abdülaziz tahtta 1861 …. Son Çırağan Sarayının temelleri beklemekte….. Romantizm Avrupa sınırlarını aşmış, yaktığı ateşle her İmparatorlukta hazır bekleyen barut fıçılarının fitilleri yanmaktadır...... Tüm bunların arasında saray bitirilir.

  Abdülaziz güreşi ve bilek güreşini çok seven kaba görünümlü padişah olarak bilinir ilk bakışta. Fakat iyi Piyano çalar, İyi derecede Fransızca konuşur, resim meraklısıdır, Ayvazovskiyi getirtip resimler yaptırır. Yenilik hareketlerine yine yüzeysel de olsa devam eder. Donanmayı güçlendirir. Abdülaziz zamanlarında da ilgi hala sürmektedir boğazın bu güzel bölgesine. Kardeşinin başlattığı saraya önceleri pek önem vermez Abdülaziz, ilk başlardaki politikası gereği gereksiz yere para harcamak istememektedir. Kırımsavaşı ve biraderinin sınırsız harcamaları hazineyi tüketmiştir.  Sonraları yavaş yavaş bir kenara bırakılır bu tutumluluk politikası ve böylelikle Çırağan sarayının da yapımına başlanır.
Önce Nikagos Balyan başlar projeye ama ömrü vefa etmeyince kardeşi Sarkis devam eder ve nihayet saray biter. Boğaz artık bir saraya daha evsahipliği yapacaktır bundan böyle, cephesi biraz doğuhavasında da olsa o da Avrupalı bir saraydır artık…..Başına binbir badire gelecek bir saray… Sahiplerinin de başına bin bir badire gelecek olan saray...  
   Hatta bununla da kalmaz Abdülaziz, konağı olmayan hanedan üyelerinin kalması için yine aynı bölgede Çırağan sarayının bitiminden Ortaköye kadar alan üzerine fer’iye saraylarını yaptırır.
Önceki saraylar kadar gösterşili değildir bu binalar ama yan yana boğaza dizilirler. Boğaz köprüsünden geçerken buraya bakın göreceksiniz ki Çırağan Sarayı sadece daha büyük ve gösterişli değil, aynı zamanda denize göre daha öndedir. Sanki hiyerarşi vurgular gibi…  
  Bu binalar şu anda Denizcilik lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Galatasaray Üniversitesi ve Feriye lokantaları olarak işlev görmektedir.
  Avrupa da Fransa Prusya savaşının patladığı, paris komününün sürmekte olduğu, Fransada İzlenimcilerin ilk eserlerini verdikleri,  Avrupa için modern zamanların başladığı dönemlere  denk gelir Abdülazizin payitaht dönemleri. Romanizm sanatsal açıdan son günlerini yaşasa da, yaktığı ateş her ülkede bardaktan taşar haldedir. Fokur kokur kaynamaktadır Avrupa. Tabiiki Osmanlı da eksik kalmaz bu kaynamadan. Meşrutiyet taleplerine pek tatminkar cevap veremeyen Abdülaziz tam olarak Amerika özgürlük bildirgesinin ilan edilişinin yüzüncü yılında bir darbe ile tahtindan indirilir. Amerika ismi konulan ülkede insanlar yüz yıldır kendi kendilerini yöneterek yaşamakta iken, Fransa da III. Cumhuriyet ilan edilmek üzere iken, ülkemizde neredeyse gelenek olmuş darbe yöntemi ile tahttan indirilmiştir. Tarihçi değilim ama yenilik arayışını, Avrupalılaşmayı bir mecburiyet olarak görüp sadece görsel olarak uygulama yolunu seçmek, bina yaparak modern olmaya çalışmanın hataları mı bunlar diye sormaktan ve benzerini hala yaşıyor olmamıza üzülmekten alamıyorum kendimi. Ben yargılayıcı değilim sorgulayıcı ve anlatıcıyım sonuçta yargı size kalmış… Babasının eski yeniceri sistemini kaldirmasina ragmen hala bir sekilde süre gelen darbe geleneği, onu bir anda kendi yaptırdığı feriye saraylarinda hapis durumuna düşürür.  Maalesef bununla kalsa iyi yegeni V. Muratın tahta geçmesinin ikinci günü feriye saraylarinda iki bilegi kesik, intihar !! etmis olarak bulunur… Padişah olarak yaptırdığı binanın içinde mahpus olup ardından maktül olmak...Yıllar sonra siyasi inatlaşma bitmeyecek ve bu intiharın!!! Suçluları yargılanacaktır. Ahh Ahhh…. Bitmez ne İstanbulun ne de bizim dertlerimiz.
      Bir hatırlatma, mevlevihane mevlevi dervişlerinin zikir yaptığı tekkelerdir. Halkın tekke yıkılırken verdiği tepkiyi yine hatırlıyor insan ister istemez...

II.Abdülhamid zamanları   …….. Son gerçek hükümdar …..
Çırağan sarayı Abdülhamid döneminde padişah tarafından kullanılmaz, tamamen boş ta kalmaz. Abdülhamit Yıldız Sarayını yaptırıp orada yaşamayı tercih eder. Çırağan baskınının kahramanlarından sabık padişah
V. Murat yirmi sekiz yıl Çırağan sarayında kısmen özgür denilebilecek bir mahpus hayatı yaşar. Fakat saray olaylardan uzak kalmaz. Bu dönemde yazının başında anlattığım, tarihe Çırağan baskını olarak geçen olay yaşanacaktır. Sonrasında V.Murat bestelerini yapacağı sarayda siyasi çekişmelerden uzak çocukları ve torunları ile yıllarca yaşayacaktır.

14 kasım 1909…19 ocak 1910 arası, padişah V. Mehmet Reşad tahttadır……

Üniversite, adliye nezareti, ve meclis binası olarak kullanılan bina 1933 yılında yanarak yok olmuştur. 
  
II.Abdülhamid'in 36 yıl süren hükümdarlığı bitmiş isdibdat dönemi olarak adlandırılan dönem bitmiş,
II. Meşrutiyet dönemi başlamıştı artık. Milliyetçilik akımları imparatorlukları zor durumlar içinde bırakırken, bir çoğunun sonunu getirecek olan büyük savaş adım adım yaklaşmaktaydı. Artık hükümet İttihat ve Terakki partisinin elindeydi ve padişah devlet yönetimi üzerindeki gücünü kaybetmişti. Yeni meclis binası olarak adliye nezareti kullanılıyordu. Bina üstteki fotoğrafta göreceğiniz gibi Ayasofyanın hemen önünde, eski Bizans sarayının temelleri üzerine kurulmuştu. Ünlü İtalyan mimarlar Fosetti kardeşler tarafından yapılmıştı. Bizim binamız ve çevresi adına bu kez Meclis başkanı Ahmet Rıza bey döneme damgasını vuracaktır,
Ahmet Rıza bey, görünüşü konuşması ve kültürü ile öyle bir etki bırakırdı ki insanın üzerinde, kolay kolay unutamazdınız. Jilet gibi ütülü pantalonu, üstüne tam oturan ceketi, kolalı yakaları ve bastonu ile tam bir avrupalı görüntüsü veriyordu. Kafasında fesi olmasa Avrupalı bir sefir zannediverirsiniz rahatlıkla. Galatasaray sultanisini bitirip uzun yıllar Parıs te yasamıştı. Avrupa kültürünü sindirmiş bir adamdı. Aguste Comte’un kitaplarını okuyup pozitivist düşüncelerini geliştirmişti.
     ''O gün dinlemekten çok zevk aldığı operadan çıkaren kulağında kalanlar ile annesinin çocukken ona piyano ile çaldığı melodiler kafasında birleşiyordu. Operanın II. Mahmut tarafından ilk getirilişini anımsadı. Yoksa İstanbulda opera dinlemek mümkün olacakmıydı. Bir süredir yeni meclis binası olarak Çırağan sarayını kullanma fikrini insanlara nasıl kabul ettireceğini düşünüyordu. Şu an meclis olarak kullandiklari bina Adliye nezareti olarak ta kullanılıyordu, dolayısı ile sıkışıktı ve zor bir çalışma ortamındaydılar. Bina sultan Ahmet meydanın sonunda, Ayasofya yı geçip sola dönünce bab-ı hümayun kapısına giderken sağda kalıyordu. Mimar Fosatti tarafından tasarlanmış olan bina temelleri yapılırken altta Meşhur Bizans sarayının temellerinin açığa çıktığı bilinirdi, hatta aynı temellerin Sultan Ahmet camii yapılırken de açığa çıktığı söylenirdi yıllardır.  
Bizans Sarayınınn restitüsyonu. Adliye nezareti binası sağ kısımda R  harfi ile işaretliyerde inşa edilmişti.

Denizden bakıldığında solunda Sultan Ahmet camii ve sağında Ayasofyanın durduğu oldukça heybetli bir binaydı. Tüm bunlara rağmen meclisin çalışması için uygun değildi. Birçokları karşı çıkıyorlardı yeni bina işine, masraflı olacağını, ülkenin maddi durumunun iyi olmadığı bu zamanlarda ne gerek olduğunu söyleyip duruyorlardı. Oysa Çırağan sarayı hanedanın hiç bir üyesi tarafından kullanılmıyordu ve meclis binası için çok uygun bir yerdi ve tadilatının maddi yükü yeni bir bina yapımı kadar çok olmayacaktı. Gerçi buna bile itiraz edecek adam o kadar çoktu ki mecliste,ülkenin bir meclisi olmasını sindirememişlerdi ki, meclisin büyük ve konforlu bir bina olmasını sindirsinler….''
  Ahmet Riza bey, 1909 da  yeniden kurulan ikinci mesrutiyet sonrasi meclis baskanı olarak seçilmişti. Fransa da uzun zaman yaşamış, gazetesi Meşveret’i çıkarmak için çok uğraşmış, Osmanlının kıymetli aydınlarından biriydi. İdealist bir adamdı, gençken köylünün yaşadığı sıkıntıları, tarım ile ilgili ülkenin geri kalmışlığını gözlemledikten sonra bu soruna el atmak adina ziraat mühendisliği okumak için Fransaya gitmiş daha sonra ülkesine geri dönüp bu konu ile uzun uzun uğraşmıştı. İttihat ve Terakki partisinin ilk katılımcılarından ve isim babalarındandır, zamanla parti ileri gelenleri ile ayrı düşseler de,  meclis başkanlığını ondan daha iyi yapacak birini bulamama konusunda genel olarak herkes hem fikirdi. Bir kaç ay önceki gerici ayaklanmada ölümden dönmüş, gericiler kendisi yerine yanlışlıkla Adliye Nazırı Nazım Paşa yı öldürmüşlerdi.
  Ahmet Rıza Beyin yeni meclis binası önerisi üzerinden dört beş ay kadar vakit geçmiş, Padişah V. Mehmet Ahmet Rıza beyin çabaları ile ikna olmuş, hızla yeni meclis binasının çalışmalarına başlamışlardı ve binanın iç düzenlemeleri neredeyse bitmek üzereydi.
    Tarih 14 Kasım 1909, açılış günü
   Çırağan sarayı uzun yalnızlığına gömülmeden önceki otuzsekiz yıllık kısa ömründe bir çok önemli kişi ve olaya ev sahipliği yaptı. Sıra Osmanlının sahip olduğu en görkemli Meclis binası olma görevine gelmişti. Bu sefer ki ev sahipleri hanedan üyeleri değil memleketin dört bir yanından seçilen mebuslardı. Ahmet Rıza beyin fikir ve çabaları ile çok ta büyük masraf yapılmadan açılış tarihine yetiştirilmişti. Yirmibin lira kimilerine göre fazla da olsa... Yıldız sarayından Vazolar ve Abdülhamitin pek sevdiği ve bizzat ressamın kendi tarafından hediye edilen iki adet Ayvazovski tablosu getirtilmişti. Bina içine bir cami eklentisi, padişah için bir oda yapılmış, elektrik ve su tesisatları yenilenmişti. V. Mehmet Reşad yanında Veliaht Yusuf İzzeddin ve Şehzade Vahdettin ile açılışa katılmış görkemli bir açılış olmuştu.
Derken celseler, celseler, tartışmalar,itirazlar, kabuller, açılışlar, kapanışlar…
   19 Ocak 1910 sabahı İstanbul Boğazı semaları aniden kızıl renge bürünmüştü aniden, buruk bir kızıllık. Kızıllık tam Çırağan Sarayının üzerinde yoğunlaşıyordu. İstanbul bu kızıllıklara çok alışkındı ama yine de ağlıyordu… Çırağan sarayı bir yıl kadar meclis binası olarak kullanılmıştı  ve kalorifer dairesi bacasından çıkan bir yangın ile beş saat içinde yanıp kül olmuştu. Ertesi gün İstanbul ile beraber ağlayan biri daha vardı. O da söylentilere göre haberi duyunca gözyaşlarını tutamayan V. Mehmet Reşad.


   Benim en çok üzüldüğüm ise, kimse kızmasın, Ayvazovski tablolarının küllere dönüşüp boğazın sularına karışması. Bir rivayete göre Rembrant ta varmış bu tabloların arasında ama kesin bilgiye ulaşamadım. En merak ettiğim ise bunca alev ve dumana bir kişi bile bir şiir yazmamış mı?
   Çırağan sarayı yangınından yıllar sonra, Çırağan hala İstanbulun kendini hatırlamasını beklerken, ünlü ingiliz rock grubu Deep Purple İşviçrede bir albüm kayıtı için bulunduğu sırada kayıt stüdyosunun yakınında çıkan bir yangın sonrası yangının dehşetine itafen doğaçlama şarkı yaparlar. Ve rock tarihinin en bilinen sarkilarından biri ortaya cikar.
…….Smoke on the water fire in  the sky…...
  Çiragan için de bir sarkı, bir siir... ne olurdu sanki. Bir şiirin bir şarkının yapabildiğini onlarca tarih kitabı yapamaz.
......
   Çırağan Sarayı Şerafettin Bey ile tanışana kadar yılların yalnızlığına böyle gömülmüş. Son padişahı görmüş, İşgalcilere kızmış cumhuriyeti beklemiş ...

  İstanbul işgal altında...
  Çerağan eğlenceleri ile tarihte yerini belirginleştirmeye başlayan bu korunun başına gelenleri anlatmak İstanbul tarihini anlatmak gibi. Ben insanı mitolojik hikayelerde bulurum genellikle. Aynı şekilde İstabul'un hikayesini de bu bölgede bulabilirsiniz.
   İşgal zamanlarında yanık ve terk edilmiş saray da işgal edilmiştir. Sekiz yıllık yalnızlığına Fransızlara Bizo Kışlası olarak hizmet eder sabık sarayımız… Bu arada şüphe etmeden duramayacağım, istanbulda işgal kuvvetleri için kışla olabilecek bir sürü yer varken niye terkedilmiş yıkık Çırağan sarayı. Altında birşey aramak lazım bodrum katlarında hala bir şeylerin var olduğu düşünülmüş olabilir, ayrıca önünde bir rıhtım var ve diğer saraylara oldukça yakın? Umarım şüphem gerçekleşmemiş ve bize ait birşeyler gitmemiştir.

    Şerafettin Bey.... Futbolcuların Bey olarak anıldığı zamanlar...1930 lar...

    Beşiktaş herşeyiyle kadim bir denizci semtidir çok eskilerden kalmadır denizciliği. Eski denizcilerin kendilerini koruduğuna inandıkları dört  evliyadan biri olan Yahya Efendi nin türbesi de Beşiktaştadır. Çırağan Sarayının karşısında Yıldız sarayının alt girişindeki karakol binalarının  hemen sağında Küçük Mecidiye Camiinin hemen yanında yukarı doğru çıkan sokağın sağ tarafında duvarların arkasında, sokağa da adını veren Yahya Efendinin dergahı ve türbesi yer alır. Dergahın etrafı bu bilge insanın yanında yer almak isteyen zamanının ünlü insanlarının gömüldüğü yer haline gelmiş zamanla. Taşlara baktığınızda çoğunlukla eski yazı görmenize rağmen latin harfleri ile yazılmış mezarlar da görürsünüz. Bunlardan biri ilgi çekicidir. Daha doğrusu ilgi çekici bir vefa örneğini gösterir bize. Erken yaşında bu dünyayı terk etmiş Şerafettin bey ve onun dostlarının vefasından bahsediyorum.
Futbolcular denize kaçan topu beklerken.
     Şerafettin bey Beşiktaş spor klübüne ve futbola gönül vermiş bir insandır, hem de futbolcuların bu işi para için değil spor sevgisinden yaptığı zamanlarda. Beşiktaş Jimnastik Klübünün ilk futbolcularından biri olarak sahaya çıktığında henüz 17 yaşındaydı. Başarılı ve özveri dolu spor hayatından sonra, Beşiktaş spor klübün de yöneticilik yapmaya başlar ve aynı başarıyı sürdürür.
Bu cesur ve çalışkan insanın yönetici olarak en büyük hedefi klübünü Akaretlerin avlusundaki nizami olmayan sahadan kurtarıp daha iyi bir yere taşımaktı . Yanmış Çırağansarayı nın bahçesi bu iş için en uygun alandı. Milli emlaktan bu alanı futbol sahası olarak kullanma izni almak için uğraşırken ani bir şekilde ölümcül hastalığını öğrendi. Sağlığındaki tüm aksaklıklara rağmen zamanını bu işe adayıp ve sonunda izni çıkarttı. Ömrü stadın açılışını görmeye yetmez ama vefakar arkadaşları onu sessizce olan biteni izlemesi için sahanın hemen karşısındaki Yahya Efendi mezarlığına defnetme iznini alırlar. Tabii ki yeni açılan stada Şeref Stadı ismini vermeyi de ihmal etmezler. Stad 1947 yılında İnönü Stadı açıldıktan sonra
  Türkiyeyi yurt dışında futbol hakemi olarak ilk kez  temsil etmiş spor adamı ev entellektüel bu insan iyi fransızcası ile bu işin de üstesinden gelmiş, son nefesini vermeden önce tükettiği ''Feda'' sözcüğü ile bugün bile takımına ve taraftarına motivasyon unsuru olmuştur.


       Stad ise, denizin hemen kanarında olması sarayın bodrum katının giyinme soyunma odaları olarak kullanılması ile dünya üzerinde ilklere imza atmış bir stadtı. Stad yapılırken bahçedeki bizim asırlık korudan kalma azımsanmayacak miktarda ağaç kesilmiş tabiiki ama ben kendi adıma Şeref beyi suçlamıyorum. Ağaçlar maalesef 86 yılında alınan Çırağan sarayını otel yapma karı esnasına zaten kesilecekti. Biri spor adına diğeri dev bir otel yapmak adına...


Otel inşaatı sırasında Çırağan sarayı ve etrafı

II. Dünya savaşı sıralarında ilk kez otel yapılması gündeme gelir sarayın olduğu yere Paul Bonats ve Sedad Hakkı Eldem tarafından incemeler yapılır öneri projeler bile üretilir. Daha snraki zamanlarda deniz müzsine tahsisi konuşulur sarayın. Fakat bu plan da gerçekleşmez. Cahillik ve bitmez hırslar biraz daha zarar verecektir binaya. Maalesef ki bir   istihkam subayı tarafından altın aramak maksadı ile  bodrum kattaki mevlevihaneden kalma şeyh mezarları tahrip edilir. Bence başına gelecek enkötüşey yaklaşmak üzereyken son hırpalanmasıdır bu binanın. Tam bu sıralarda Sarayın ve arazinin mülkiyeti beleyiyeye geçer. Bence başına gelen en kötü şey budur işte, sonra bir ara Etbalık kurumunun deposu olarak kullanılır. Ön kısmı kum depolanan alan olarak kullanılır. Bu arada beşiktaş sahası 1946 yılında İnönü stadına taşındığı için burada artık amatör maçlar oynanmaktadır.


Bu süreçte başına gelmiş en ilginç şeylerden biri önündeki dev havuzun halka açık havuz olarak kullanılması. Fotoğrafı görünce ilginçten kastımı anlayacaksınız. Ayrıca sarayın ön kısmı uzunca zaman plaj olarak ta kullanılır  gençlerin akşamları teneke üstünde midye pişirip ''arpasuyu '' eşliğinde akşam sohbetleri yaptıkları yer haline bile gelir.

1986 Turgut Özal zamanları.... Teneke kola ile tanıştığımız yıllar... Serbest piyasa ekonomisi...

İstanbul çok badireler atlatmış, yanık Çırağan sarayı başına gelenleri metanetle karşılamış nihai görevini sabırla beklemektedir. Bu arada bizler daha önce Almanyadan gelenlerin çantalarında gördüğümüz göz alıcı nesnelerle yavaş yavaş tanışmaya başlamıştık. Dünya da internet çağı henüz başlamamış, müzik ve sinema şimdikinden çok daha yavaş harcanan kıymetli bir unsurdu. Rock müzik zirvesine ulaşmış birçok efsane gurup ya yeni dağılıyor ya da orjinal kadrosu ile müzik yapıyorlardı. Andy Warhol bile ölmemişti henüz. Komünizm hala muteberdi, soğuk savaş sürüyordu. Anlayacağınız internet çağı ile tanışmadan son günlerini yaşıyordu küre üzerindeki insanlar. Bu güzel günleri Türkiye Turgut Özal sayesinde tüm dünyadan biraz daha hızlı ve karmaşık yaşadı sanki. Bu hızlı yaşanan serbest piyasa zamanlarından Çırağan sarayı da nasibini aldı. Örneğin dünyanın en özel kütüphanelerinden biri veya deniz müzesi olabilecek iken, otel olarak çıktı bir anda karşımıza. Otel yapılırken son kalan bir kaç ağaçlar kesildi tabi, bahçeye dev bir bina ile koca bir havuz da kondu. Koca otel eski sarayın şaşalı ama daracık kapısından beslenecek değil ya, el değmişken duvarların bir kısmı da indirildi aşağıya. Bir kıyamet koptu duvar yüzünden sorma gitsin. Neyse en azından boğazdan bakarken yanık yıkık bir bina yerine pırıl pırıl bir bina ( yanında yavrusu ile-olacak okadar) göreceklerdi artık. İstanbulda yeni oteli ile hava atacaktı tüm dünyaya...







Tüm bunları düşündüğünüzde ben kendi adıma eminim ki dünya üzerinde bu anlattıklarımı yaşayacak İstanbuldan başka bir kent köşesi yoktur...
Çırağan Sarayı şu anki durumu

1 yorum:

  1. araç kapısının önündeki ağacın kesilmesi olay olmuştu..sözen inat etmiş bir ağaç diktirmişti tekrar girişe.

    YanıtlaSil